Dr. Manfred Geier’in sunumları_Immanuel Kant’ın hayatı

Sunum, 17.09.2022, Kant-Gelecek Çalıştayı 2022

Dr. Manfred Geier: Immanuel Kant’ın hayatı

Bir yandan, özellikle düşünce, idea ve zihin dünyasıyla yakından ilgilenen bir filozofun biyografik olarak sunulabilecek bir yaşam hikayesi de vardır. Ancak diğer yandan, yaşamı felsefi çalışmaları tarafından o kadar güçlü bir şekilde karakterize edilir ki, entelektüel başarılarının ardında kaybolma tehdidiyle karşı karşıya kalır. Tüm büyük filozoflarda olduğu gibi bu durum Immanuel Kant için de böyledir. Onun hayatını ve çalışmalarını birbirinden ayırmak çok zordur. Ancak pratik nedenlerden dolayı bunu yapmak ve bugün daha çok biyografisine odaklanmak istiyoruz. Yarın ise eserlerine ağırlık vereceğiz. Kant’ın hayat hikayesine dönüp baktığımızda da, yönlendirme için ikinci bir ayrım kullanacağız, ki bu da kesinlikle yapaydır. Kant’ın seksen yıllık bir bütün olan ömrünü, genel bir bakış açısı edinmeyi kolaylaştırmak için dört döneme ayıracağım.

I. Gençlik dönemi. 1724-1746.

Aile sicil kaydındaki adıyla Emanuel Kandt, 22 Nisan 1724 sabahı erken saatlerde Königsberg’de doğdu. Tabii ki daha sonra doğumunu hatırlayamadı. Ancak ileri yaşlılığında, insanın doğumu ve ilk çocukluğu üzerine düşünceler dile getirmişti ki bunlar, dünyaya attığı ilk adımın geriye dönük yansımaları olarak okunabilir. Bir filozof olarak, bir çocuğa doğmak isteyip istemediği sorulmadan dünyaya getirilmesine izin veren evlilik ve ebeveyn hakları üzerine kafa yordu. Bu, her insan varlığının kendi iradesine sahip özerk bir kişi olarak tanınması ilkesine aykırı bir keyfilik değil miydi? Ebeveyn hakkı, ebeveyn adaletsizliği değil miydi? Her halükarda Kant, insan hayatının başlangıcındaki bu sorunlu durumdan ebeveynler için zorunlu bir yükümlülük çıkardı. Onlar, çocuklarının doğumuyla bağlantılı olarak ortaya çıkacak tüm sonuçlarla yakından ilgilenmek zorundadırlar. Onlardan bir tür duygusal tazminat talep edilmektedir. Yeni dünya vatandaşını, ellerinden geldiğince halinden memnun kılmak zorundadırlar.

Kant varoluşu için asla ebeveynlerini suçlamadı. O halinden memnun bir çocuktu. Hayatını atlar, faytonlar ve kızaklar için deri kayışlar yaparak kazanan ve oğlunu çalışkan ve dürüst bir insan olarak yetiştirmeye çalışan onurlu usta-zanaatkâr olan babası Johann Georg Kandt’a saygı duyuyordu. Ve çocuklarına gönülden bir din duygusunu aşılamak için onlarla birlikte Pietist dua ve İncil derslerine katılmaktan zevk alan annesi Anna Regina’yı çok severdi. Annesi erken bir yaşta, oğlu henüz on üç yaşındayken öldü ve oğlu ömrü boyunca onu minnetle anmıştı: “Annemi asla unutmayacağım, çünkü içimdeki iyinin ilk filizini o ekti ve o besledi, kalbimi doğanın izlenimlerine açtı; kavramlarımı uyandırdı ve genişletti ve öğretileri yaşamıma devamlı şifa verici bir etkiye sahip oldu.”

Ayrıca İncil dersleri almak için annesinin elini tutarak gittiği rahip Franz Albert Schultz da küçük “Manelciğ” in gelecekteki yaşamı üzerinde kalıcı bir etkisi oldu. Rahip, bu çocuğun büyük yeteneğinin farkına varmış ve onun henüz sekiz yaşındayken basit bir ilkokuldan, ileride üniversite eğitimine hazırlanabileceği ünlü bir Gymnasium okulu olan Collegium Fridericianum’a geçmesine yardımcı olmuştur. Ve böylece Kant, Eylül 1740’ta, okul döneminin ardından, mentoru A. F. Schultz’un İlahiyat profesörü olarak ders verdiği Doğu Prusya’daki tek üniversite olan Albertina’da eğitimine başlayabildi.

Kant’ın burada hangi bölümü seçtiği belli değildir. Ama, kesinlikle bir ilahiyatçı olmak istemiyordu. Tüm bilimlerin yanı sıra felsefe ve klasik kültürle de ilgileniyor gibiydi. Ve yine, öğrenim hayatında onu destekleyen bir hocayı bulma şansına sahip oldu: Mantık ve Metafizik Profesörü Martin Knutzen, onu en güncel matematiksel ve bilimsel araştırmalarla tanıştırdı ve sadece mevcut bilgileri öğrenip tekrar etmekle yetinmemesine, aynı zamanda bağımsız bir düşünür olarak kendi aklını kullanmasına yönlendirdi. Knutzen ayrıca ona eğitim programında yer almayan fakat kendi kendine incelemesi için Isaac Newton’un 1687’de yayımlanan Philosophiae Naturalis Principia Mathematica adlı kitabı da dahil olmak üzere çeşitli kitaplar verdi.

Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri öğrenciye büyük bir ilham ve coşku verdi, çünkü Newton (tarihte) ilk kez kesin matematiksel hesaplamalara olan ilgi ile neden-sonuç ilişkilerinin nedensel açıklamalarındaki mekanistik ilgiyi bir araya getirmeyi başarmıştı. Ve işte, 1746’da, normal bir mezuniyet tezi yerine, matematiksel ve doğa-bilimsel bir problemi çözmeye uğraştığı tezini sundu: Kütle, hız ve cisimlerin hareket kuvvetleri arasındaki ilişkiler nasıl ölçülebilir ve hesaplanabilir? Ayrıca “kuvvet” nedir? Bu tartışmalı sorulara, kendine yeni verdiği isimle “Immanuel Kant”, başta René Descartes, Isaac Newton ve Gottfried Wilhelm Leibniz olmak üzere doğa felsefesi bilgisinin büyük ustalarını karşısına alma cüretini göstererek, “Gedanken von der wahren Schätzung der lebendigen KräfteCanlı Güçlerin Doğru Tahmini Üzerine Düşünceler” i ile kendine özgün bir yanıt vermeye çalıştı. Ve 22 yaşındaki Kant kendi yeteneklerini de devreye soktu. Geleceğe büyük bir özgüvenle bakıyordu: “Kendimi bu temele kuruyorum. İzlemek istediğim yolu çizdim bile. Ben yürüyüşüme başlayacağım ve hiçbir şey beni bu yolumdan alıkoyamayacak.”

II. Özel öğretmen, yazar, yüksek lisans uzmanı. 1748-1762.

Mart 1746’da Kant hareket halindeki cisimlerin doğal güçleri üzerine kafa yorarken babası aşırı bedeni bitkinlik sonucu öldü. Artık yetimdi ve küçük kardeşlerine de bakmak zorundaydı. Üniversitenin üç fakültesinin birinden halen düzgün bir diploma alamadığı için avukat, ilahiyatçı ya da doktor olması mümkün değildi. Varlıklı ailelerin çocuklarının eğitimiyle ilgilenen bir “Hofmeister – Kahya, Özel Öğretmen” olmaktan başka ne yapabilirdi ki? 1748’de Judtschen köyündeki rahip Daniel Andersch’in yanında çalışmaya başladı ve ardından Königsberg’in güneyindeki Groß-Arnsdorf’ta von Hülsen ailesinin genç lordlarına ders verdi. Taşrada öğretmen olarak altı yıl geçirdi. Ancak boş zamanlarını da yeni bilimsel yayınları inceleyerek kendi eğitimini ilerletmek için kullandı. Kendisi için çizdiği yolda ilerlemek istiyordu. Özellikle yeni kozmolojik yayınlarla ilgileniyordu. Mesleki olarak yalnızca küçük bir kırsal bölgede yaşıyordu. Fakat entelektüel olarak tüm evrenin oluşumunu ve yapısını anlamaya çalışıyordu.

Kant 1754 yılında doğup büyüdüğü memleketine döndü. Serbest bilimsel yazar olarak çalışmaya başladı. Eğitim görmüş Königsberg halkı onun, Wöchentliche Königsbergische Frag- und Anzeigungsnachrichten ‘adlı haftalık dergide yayınlanan doğabilimi konulu yazılarını zevkle okuyordu. O, deprem de dahil olmak üzere jeofizik konular hakkında da yazdı ve 1755’te Lizbon’u yerle bir eden korkunç depreme – sanki öfkeli bir Tanrı Lizbon halkını yaptıkları kötü davranışlarından dolayı cezalandırmak istemiş gibi – popüler dini spekülasyonlara girmeden tamamen doğal bir açıklama getirdi. Ancak tüm bu çalışmalar Kant’ın 1756’da yayınlanan ve kozmolojide bir aşama açan parlak eserinin yanında sönük kalıyordu: Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels, oder Versuch von der Verfassung und dem mechanischen Ursprunge des ganzen Weltgebäudes nach Newtonischen Grundsätzen abgehandeltGenel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı ya da Tüm Evrenin Yapısının Oluşumunu ve Mekanik Kökenini Newton İlkelerine Göre Ele Alma Denemesi. Bu çalışmasında, tüm evrenin sınırsız derinliklerine ve yeni dünyaların ortaya çıktığı ve eskilerinin yok olduğu, başlangıçtaki kaosun iyi düzenlenmiş sistemlere dönüştüğü ve daha sonra sonsuzluğun uçurumu tarafından tekrar yutulduğu bir doğa tarihinin sonsuz sürecine yolculuk yapmıştır.

Ancak Kant gazetecilik faaliyetlerinin yanı sıra üniversite kariyerini de gözden kaçırmamıştı. Akademik öğrenimi bitirme tezinde çizdiği kariyer yolu onu bir profesörlüğe götürecekti. Bu nedenle Nisan 1755’te yüksek lisans tezi De igne ‘yi (Über das Feuer – Ateş Üzerine) sundu ve birkaç ay ardından da habilitasyon tezini verdi: Principiorum primorum cognitionis metaphysicae nova dilucidatio (Neue Erhellung der ersten Grundsätze metaphysischer Erkenntnis – Metafizik idrakin ilk ilkelerinin yeni bir açıklaması), ki bu eser doğa tarihi araştırmaları ve teorileri için epistemolojik açıdan güvenli bir temel sağlamayı amaçlıyordu. Bu çalışma Kant’ın Königsberg’deki Albertus Üniversitesi’nde master yapmasını sağladı. Üniversitedeki akıl hocası Martin Knutzen’in ölümünün ardından 1756’da boşalan profesörlük için yaptığı başvurular ama beyhude kalmıştı. (Ve 1770 yılında, 46 yaşındayken profesör olarak atanana kadar, sadece öğrencilerinin ders ücretleriyle finanse edilen, öğretim yetkisine sahip bir Magister statüsüyle sürdürdüğü on altı uzun yıl daha gerekecekti).

Böylece Kant’ın hiçbir şeyin onu alıkoyamayacak diye öngördüğü öyküsü donup kalmıştı. Çok şey kaleme almış olmasına rağmen, profesyonel alanda bir ilerleme kaydedememişti. Kendini, bir doçent sıfatıyla üniversitede ders verme yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olan, “örs üzerinde çalışan bir işçi” gibi hissediyordu. Her yıl, hep aynı dersleri vermek ve düzenlemek zorundaydı. Ancak hayatının bu evresinde bile, ona yeni fikirler veren ve ilgilerini yeni bir yöne çevirmesi için onu motive eden şaşırtıcı bir entelektüel olay oldu. Bu olay 1762 yılında, Kant’a dünyayı yeni bir ışık altında gösteren ve onu farklı bir insan haline getirecek bir kitabı okumaya başladığında gerçekleşti.

III. Doğa filozofundan insan bilimcisine. 1762-1781.

1762 sonbaharında Jean-Jacques Rousseau’nun büyük eserinin “Émile ya da Eğitim Üzerine” Almanca çevirisi henüz yeni yayınlanmıştı. Eserin daha ilk cümleleri Kant’ın ilgisini büyülemişti: “Yaratıcının elinden çıkan her şey iyidir; insanın ellerinde ise her şey yozlaşır. Hiçbir şeyi doğanın yarattığı gibi kabul etmek istemez, insanı bile. O, her şeyi bir sirk atı gibi eğitmek zorunda olduğunu düşünür.” Kant’ın okuma tutkusu o kadar güçlenmişti ki Rousseau’nun Émile ‘ini okumak onu birkaç günlüğüne her zamanki rutin yürüyüşlerinden bile alıkoymuştu.

Bu literatür çalışması Kant’ı değiştirdi. Bilişsel ilgi alanları değişmeye başladı ve düşünce dünyası yeni bir yönelime girdi. Hayatının neredeyse ilk yarısının tamamını doğayı incelemeye adamıştı ve başardıklarıyla gurur duyuyordu. Ama şimdi yeni bir dünyayı tanıyor ve farklı bir insan haline geliyordu. İnsan doğasının bir araştırmacısı oldu ve bugüne kadarki yaşamına dönüp baktığında şunu tespit etti: “Ben eğilimim gereği bir araştırmacıyım. Bu alanda ilerlemek için, bilgiye olan tüm susuzluğu ve hevesli huzursuzluğu duyuyorum, ayni zamanda her edinimden duyduğum memnuniyeti hissediyorum. Bir zamanlar sadece bunun insanlık onuru olduğuna inanır ve hiçbir şey bilmeyen ayaktakımını hor görürdüm. Rousseau beni doğru yola getirdi. Bu yanıltıcı üstünlük ortadan kalkıyor, insanlara saygı duymayı öğreniyorum ve bu düşüncenin diğerlerine bir değer vermesiyle insanlık haklarının tesis olunacağına inanmasaydım, kendimi sıradan bir emekçiden çok daha işe yaramaz bulurdum.”

Kant, 1762 yılına kadar, insanlık tarihindeki ilerlemeyi sadece bilimsel çalışmaların mümkün kılacağına inananlar arasındaydı. O, sıradan bir insandan çok daha fazla şey bilen bir bilginin “onur tiryaki” liğini izlemişti. Rousseau tarafından “yola getirildikten” sonra, artık bu kendini yüceltmenin narsistik öz-sevginin sapkınlığı olduğunu gördü. Buna karşılık, artık eşit haklara sahip tüm insanlar için “saygı” duymaya başladı. Bu sadece dünya hakkındaki teorik bilgiyi genişletme meselesi olamazdı. Bunun ötesinde mesele “İnsanlık haklarını tesis etme” sorunuydu.

Bu, Kant’ın yaşamındaki en belirleyici entelektüel-ahlaki değişimdi. Sonraki yıllarda yayınladığı çeşitli eserlerinde de bu belgelenmiştir. İnsan olabilmek için ne olmak gerektiği üzerine düşünmeye başladı ve bu bağlamda özellikle insanın “ahlaki özgürlüğünün” önemine vurgu yaptı. O, Beobachtungen über das Gefühl des Schönen und Erhabenen – Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlemler yaptı. İnsanları saptıracak, hafif aptallık biçimlerinden sarsıcı deliliğe kadar uzanan zihin hastalıklarına odaklandı. İnsanların orijinal dini güdülerini kabul eden ama bunları teolojik dogma ve kilise otoritesi yoluyla eğitmeye çalışmayan Doğal Teolojinin İlkelerini inceledi. Ve insanların sadece öngörülmüş yasa ve kurallara uymak yerine iyilik duygularına odaklanan bir Ahlakın Temellerini ve İtici güçlerini açıklığa kavuşturmaya çalıştı.

Bu yeni aşamada da Kant, bu defa doğa bilimcisinden insan bilimcisine geçişine tanıklık eden merkezi bir çalışma ortaya koymuştur. 1755’te, Newton’un matematiksel-mekanistik ilkelerini takip ederek yazdığı Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des HimmelsEvrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı ‘ydı. 1766’da ise, anonim olarak yayınladığı, “Träume eines Geistersehers –  Bir ruh kahininin rüyaları” adlı eserinde, Göksel Gizemlerin kendisine açıklandığı söyleyen ve göklerde yaptığı hayali yolculukta Isa ve Tanrı Baba ile bizzat karşılaştığını iddia eden İsveçli bilim adamı Emanuel von Swedenborg’un fantezilerinin, vizyonları ve halüsinasyonlarının büyük bir psikolojik analizini yapmıştır. Burada Kant, Swedenborg’un sadece kendi bireysel dünyasında dönüp durduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Onun kendi içinde kapalı, “hayal edilmiş” ruhlar vizyonuna karşı Kant, insanların ortak deneyim ve tecrübelerinin dünyasını, solipsistik ego Ben‘in karşısına özneler arası Biz‘i koymuştur.

Kant nihayet 1770 yılında Kral Frederick II’nin kabine buyruğuyla Mantık ve Metafizik Ordinaryüs Profesörü olarak atandı. O aslında kendisine Ahlak ve Etik alanında bir profesörlük verilmesini arzu ediyordu ama bu isteği kabul görmemişti. Peki Kant, atandığı dünya bilgi felsefesi profesörlük sorumluluğunu, 1762’de Rousseau’yu okumasıyla canlanan insan araştırmacılığı konusundaki pratik ilgisiyle birleştirmek için ne yapabilirdi?

Kant 21 Ağustos 1770’te yeni makamını üstlendiğinde, geleneksel olarak önce Latince yazılmış bir göreve başlangıç tezi sunmak zorundaydı. Konu olarak, kendi düşünce dünyasının salt dünyadan insanoğluna doğru yönlendiğini üstü kapalı bir şekilde vurgulayabileceği bir temayı seçti. Mantıksal ve metafiziksel olarak, duyusal ve bilişsel dünyaların formuna ve bunların nedenlerine odaklandı – De mundis sensibilis atque intelligibilis forma et principiis. Kant’ın kendi dinleyicileri önünde geliştirdiği bu düşünce ciddi sonuçlara gebeydi. Her ne kadar Dünyadan (mundus) bahsetmeye devam etse de, ancak bu artık Kant’ın 1755 tarihli büyük kozmolojisinde “Newton ilkelerine göre” incelediği ve açıkladığı bir dünya değildi. Artık bu dünya, insan öznelerinin duyuları aracılığıyla göründüğü ve aklen düşünülebildiği şekildeki bir dünyaydı. Kant’ın ilgi ve dikkati, her şeyin gerçekten var olduğu nesnel olarak verilmiş bir dünyadan, insanların öznel yetilerine kaymıştı.

1770’te Kant, Newton’un içinde hiçbir şey olmasa ve hiçbir şey gerçekleşmese bile var olduğu varsayılan nesnel uzay-zamanını, şekilleri ve nedenleri açıklığa kavuşturulması gereken uzamsal ve zamansal kavramların özneye ilişkin bir fenomenolojisine dönüştürdü. Çünkü eğer dünya algısal bir verilik olarak görülürse, o zaman uzay ve zaman yalnızca insanın duyusal deneyimlerine düzen getirdiği öznel koşullardır. Ne nesnel, gerçek bir zaman ne de nesnel, gerçek bir mekan vardır. Zaman ve mekan, insanların duyusal algılarını ve bilişsel faaliyetlerini kullanarak kendilerini dünyalarında yönlendirebilmek için ihtiyaç duydukları öznel, ideal şemalardan ibarettir.

Kant, yeni atanmış bir profesör olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerle, kendisinin bir mantıkçı ve metafizikçi olduğunu kanıtladığına inanıyordu. İnsan öznelerinin yeteneklerine ve başarılarına yönelmekle, çözümü kolay olmayan sorunlu bir meselenin içine düştüğünü acaba fark etmiş miydi? Her halükarda, uzay ve zamanın nesnel ve gerçek bir şey olmadığı iddiasıyla yetinemezdi. Nesnellik ile öznellik, mevcut dünya gerçekleri ile insanın bilişsel yeteneği arasında var olan gerilim ilişkilerine açıklık getirmek zorundaydı. Bunun gerekli zamana ihtiyacı vardı. Kant on yıl boyunca içine daldığı bu sorun üzerinde düşünerek geçirdi. Bu konuda kamuya hiçbir açıklama yapmadı. Hiçbir şey yayınlamadı. 1770-1780 yılları arasındaki on yılın “sessiz Kant ”ı, arkadaşlarının ve okuyucu kitlesinin zamanla şu soruyu sormasına yol açtı: Kant’ın söyleyecek bir şeyi kalmamış mıydı? Profesörlük hedefine ulaştıktan sonra artık düşünce kaynağı kuruyup tükenmiş miydi? İnsanlar onunla dalga geçmeye bile başlamıştı. Ve nihayet, 1779’da yayınlanan mizahi bir romanda, “Profesör dede” kılığında çelimsiz, küçük boylu bir adam, oldukça karışık bir şekilde her türlü şey hakkında felsefe yapıp sık sık kendini daha büyük saçmalıklar içinde kaybeden bir eğlence figürü olarak bile rol aldı.

IV. Bir akıl eleştirmeni ve Aydınlanma filozofunun geç dönem başarısı: 1781-1804

1780 yılında Kant’ın, 1770’ten beri geliştirmekte olduğu fikirlerini artık toplumun önüne sunma dürtüsü  epeyi güçlenmiş olmalıdır. Göreve başlangıç tezinde “Von der Form der Sinnen- und der Verstandeswelt und ihre GründeDuyulur ve Anlaşılır Dünyanın Form ve İlkeleri Üzerine” taslağını çizdiği, rahatsız edici bilgi sorununu, muazzam bir enerji ve sistematik düzende dört beş ay içinde, bir çırpıda kâğıda döktü. El yazması 1780 sonbaharında tamamlandı ve nihayet zamanı gelmişti: Mayıs 1781 ‘de, Königsberg’de profesör olan Immanuel Kant’ ın ‘Saf Aklın Eleştirisi ‘nin ilk baskısı Leipzig Paskalya Fuarı’nda yayınlandı. Bu yıldan itibaren Kant, uzun eleştiri öncesi çalışma evresinden sonra artık “eleştirel Kant” ünvanlıyla modern felsefede devrim yarattı ve Düşünce Dünyasında lider bir konuma gelmeye başladı.

Ancak geç de olsa, Kant neredeyse 60 yaşındaydı, Aydınlanma Çağı’nın önde gelen düşünürlerinden biri olarak saygınlık kazandığı bu dönemin başlangıcı ama umut kırıcıydı. Kant’ın kendisi de eleştirilerinin çabuk anlaşılıp takdir edileceğini beklemiyordu. Ancak kitabının, bu kadar az insan tarafından okunmak istenmesi onu epeyi şaşırtmıştı. En yakın arkadaşları da hayrette kalmış, başlarını sallıyorlardı. Kant şöyle umut verici bir ifadeyle kendini sakinleştirmeye çalıştı: “Oldukça yabancı bir sürü kavram ve daha da alışılmadık ama zaruri olan yeni bir dilin bir ilk anestezi yaratması kaçınılmazdı, -ama- bu kendiliğinden kaybolacaktır”. Çünkü Kant kendini felsefeye yeni yol gösterici kavramlar ve argümantasyon yapıları getirmek zorunda olduğunu görmüştür; böylece gerçek dünyaya yönelik olarak onu “an sich – kendinde” olduğu haliyle kavrayan özneye merkezi bir rol atfedebilecek ve onun teorik biliş sürecinde bir öncü konuma sahip olduğunu savunabilecektir. Bunların hepsi Kant’ın imzasını taşır ve kendi Kant sözlüklerinde yerlerini bulmuşlardır: “a priori” için A’dan “Zweck an sich” için Z’ye; ve iki yüz yıldan fazla bir süredir Saf Aklın Eleştirisi ‘nin dilsel biçimine ve felsefi içeriğine ışık tutmak için yeni yorumların, değerlendirmelerin ve okuma kılavuzlarının sürekli ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.

Kitabın satışlarının düşük olması yayıncıyı da hayal kırıklığına uğratmış, o bunun üzerine Kant’ı Eleştirisinin 1783’te yayınlanan popüler bir versiyonunu hazırlamaya ikna etmeyi başarmıştı. Kitabın başlığı orijinalinden bile daha çok anlaşılmaz görünüyordu: Prolegomena zu einer jeden künftigen Metaphysik, die als Wissenschaft auftreten kann – Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena. Bunun da ama Kant’ın söyleyecek bir şeyleri olan bir düşünür olarak tanınmasına katkısı oldu.

Böylece Kant’ın eleştirel felsefesinin başarı öyküsü başlamış oldu ve hayatının son yirmi yılındaki diğer önemli çalışmaları da buna katkıda bulundu. 1785’te Grundlegung zur Metaphysik der Sitten – Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi yayınlandı ve ardından bu 1788’de yayınlanan Kritik der praktischen Vernunft – Pratik Aklın Eleştirisi ‘nde sistematik olarak detaylandırıldı. Böylece, Rousseau’yu okuduğundan beri Kant’ı meşgul eden, ahlaki açıdan iyi, nitelikli yaşam sorunu yeniden gündeme gelmiştir. 1790’da üçüncü büyük eleştirisi yayınlandı: Kritik der UrteilskraftYargı Yetisinin Eleştirisi. Bu eserde Kant, felsefesinin teorik ve pratik kısımlarını bir bütün haline getirmeye çalışmış ve özellikle doğanın uygunluğu konusunda yargının teleolojik gücü ile Güzel ve Yüce ile ilgili yargının estetik gücü üzerine odaklanmıştır.

XVIII. yüzyılın doksanlı yıllarında da, Kant’ın hukuk ve devlet felsefesi üzerine yazıları hızla art arda yayınlandı ve bunlar, modern, cumhuriyetçi bir anayasal devletin ve uluslararası bir devletler birliğinin (Milletler Cemiyeti) kurucu metinleri olmaya başladı. Özellikle, 1795 de yayınlanan felsefi taslağı Zum ewigen Frieden – Ebedi Barış Üzerine kalıcı bir etki yaratmış ve bugün hala güncelliğini korumaktadır. Ayrıca dini felsefesi sorunlarıyla da yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladı. Paskalya 1793’te yayınladığı Die Religion in den Grenzen der bloßen VernunftSaf Aklın Sınırları İçinde Din adlı incelemesinde, dini metinlerde, özellikle de Hıristiyan inancına ait metinlerde neyin makul ve “sevimli” olarak kabul edilebileceğini ve kişinin neyi iyi bir gerekçeyle reddetme hakkına sahip olduğunu inceledi.

Onun eserlerinin içerik ve gelişimine yarın daha ayrıntılı olarak değineceğiz. Bu günkü konuşmamı Kant’ın bir eleştirmen olarak pratik hayata yönelik angajmanıyla ilgili bir notla bitirmek istiyorum. Çünkü onun akıl eleştirisi sadece insan aklının kendi olanaklarıyla yaptığı felsefi bir öz-refleksiyon değildi. Bununla Kant, içinde bulunduğu “eleştirel çağın” bir üyesi olarak devlet iktidarı ve kilise otoritesine de eleştirel bir tavır takınmıştır. Saf Aklın Eleştirisi ‘nin ilk baskısına yazdığı önsözde, 1781’de bunu programatik olarak dile getirmiştir: “Çağımız, her şeyin boyun eğmek zorunda olduğu gerçek bir eleştiri çağıdır. Din, Kutsallığıyla ve Yasama, Heybetiyle, genellikle bundan -eleştiriden- kaçmak ister. Ancak o zaman kendilerine karşı haklı bir şüphe uyandırırlar ve aklın yalnızca özgür ve toplumun aleni incelemesine dayanabilene tanıdığı yapmacıksız -gerçek- saygıyı talep edemezler.”

İşte bu eleştirel tutumu, 1783 yılında Berlin’de kurulan ve düzenli olarak Çarşamba günleri bir araya gelerek neyin akla uygun olduğunu açıkça tartışan avukatlar, politikacılar, teologlar, filozoflar, eğitimciler ve doktorlardan oluşan “Aydınlanmanın Dostları Cemiyeti ”nin ilgisini çekmiştir. Bir yayın organı olarak Berlinische Monatsschrift (BM)’i kurmuşlardı ve Königsberg’li filozoftan dergilerine bir katkıda bulunmasını istediklerinde Kant memnuniyetle kabul etti. “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği yanıt BM’ nin Eylül 1784 sayısında yayınlandı. Bu cevap, genç bir öğrenciyken çoktan netleştirmiş olduğu kendi yaşam yolu üzerine geriye dönük bir düşünme olarak okunabilir. Kendisi için 1746’da çizdiği yolu takip etmek istiyordu ve “hiçbir şey beni bu yolda devam etmekten alıkoymamalı” diyordu. Kendi aklını özgürce ve alenen kullanmayı bilen bir akademisyenin hayatını seçmişti. 1784 yılında bu ilkesini genel bir Aydınlanmanın Temeli olarak ilan etti.

Emanuel Kandt 22 Nisan 1724’te Königsberg’de küçük bir zanaatkâr ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Büyük bir filozof olarak her şeyi kendisinden ve kendi gücü ile gerçekleştirmişti. Ölümünden sonra 12 Şubat 1804’te bir kral gibi defnedildi. Muazzam bir yas alayı tabutunun peşinden mezar yerine doğru yürürken trafik durmuş ve tüm kilise çanları çalar olmuştu.

Çeviren: Dr. Mahmut Kuyumcu

Scroll to Top