Sunum, 18.09.2022, Kant-Gelecek Çalıştayı 2022
Dr. Manfred Geier: Immanuel Kant’ın eseri ve “Ebedi Barış Üzerine” metni
Immanuel Kant, yaşamının ilk dönemini 1746’da “Gedanken von der wahren Schätzung der lebendigen Kräfte… – Canlı Kuvvetlerin Doğru Tahmini Üzerine Düşüncelerle…” çalışması ile öğrenimini bitirip tamamlarken, hangi yolda ilerlemek istediğinden emindi. Henüz 22 yaşındaydı ve bu ilk çalışmasında büyük bilgi ustalarına eleştirel bir gözle bakma cesaretini göstermişti. Genç ve tanınmamış bir bilim insanı olarak, René Descartes, Isaac Newton ve Gottfried Wilhelm Leibniz gibi entelektüel devleri karşısına almıştı. Kendisini, büyük düşünürlerin etkilerine aşırı derecede kapılmadan, kendi aklını kullanabilen özgür bir düşünür olarak görüyordu. Ve böylece, daha genç yaşta, kendine bir bilim adamı kariyerini belirlemiş ve hiçbir şey onu bu yolda ilerlemekten alıkoymamalıydı.
Ardından gelen otuz yıl boyunca Kant, özellikle doğa bilimleri alanında bilimsel yeteneğinin bir çok kanıtını sundu. Hayli doğa fenomenini kolay kavranabilen, tecrübelerle doyurulmuş ve iyi düşünülmüş bir şekilde araştırıp tanımlayıp açıklıyordu: yanardağların ve depremlerin nasıl meydana geldiği, dünyanın eksenel dönüşünün değişip değişmediği, dünyanın fiziksel olarak eskimeye başlayıp başlamadığı, ateşin oluşumu, rüzgar hareketlerinin nasıl ortaya çıktığı ve ilerlediği, durağanlık ve hareketin fiziksel olarak nasıl açıklanabileceği vs. Ayrıca, duyguları ve zihinsel süreçleri de bir bilim insanı gibi ampirik deneyimlere odaklanarak ve teorik açıklamalar arayarak araştırdı.
Bilimsel çalışmalarının en önemlisi, 1755 yılında yayınladığı “Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels…- Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı ya da Newton İlkelerine Göre Ele Alınan Tüm Dünyanın Yapısı ve Mekanik Kökeni Üzerine Bir Deneme” adlı eseridir. Bu, doğa felsefesinde büyük bir beceriydi. Bunu başarabilmesinin nedeni Isaac Newton’un 1687’de yayınlanan “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica – Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” adlı eserini inceleyerek aşina olduğu mekanik ilkeleri uygulayabilmesiydi.
Ancak tüm bu bilimsel çalışmalar, ne kadar aydınlatıcı, iyi düşünülmüş ve anlaşılır bir şekilde yazılmış olsalar da, 1781 yılında Leipzig Paskalya Fuarı’nda yayınlanan eserinin yanında sönük kalırlar. Kant, “Saf Aklın Eleştirisi” yayınlandığında artık 57 yaşındaydı ve bu eser, sadece kendi entelektüel gelişiminde bir kopuş, bir çığır dönümü simgelemekle kalmadı, aynı zamanda tüm felsefede devrim yaratmaya başladı. Çünkü 1781’de dünyaca ünlü eleştirel Kant felsefe sahnesine çıkmış, ve bununla daha önceki çalışmalarına olan ilgi, eleştiri öncesi yazılar olarak sürekli azalıyordu.
Bu saf Akıl-Eleştirisini modern felsefenin kilit eseri haline getiren yeni şey neydi? Ve bunun, Kant’ın daha sonraki eserlerinde, ahlak, tarihsel gözlem, hukuk ve siyasetin temel sorunlarını çözmede kullanabildiği 1781’in eleştirel dürtüsünün ne gibi etkileri oldu?
I. “Ne bilebilirim?” Kant’ın felsefedeki Kopernik dönüşü.
Eleştiri öncesinin Kant’ı doğayı incelemiş ve araştırmıştı ve Newton’un matematiksel formüllerle ifade edilen mekanik ilkelerinin bilimsel bilgiye ulaştıracak asil bir yol olduğundan hiç şüphe duymuyordu. Aynı zamanda kendi kozmos teorisi ve gelişimi konusunda da bu ilkelere güveniyordu. Ancak 1770’lerin başından itibaren, daha yeni Mantık ve Metafizik Profesörü olarak atanmışken, bu bilgi yolunun kendisine neden bu kadar güvenli göründüğünü bilmek istiyordu. On yıl boyunca, epistemolojik açıdan nasıl olur da böyle bir Newton teorisinin gerçekten mümkün olabileceği sorunu üzerine kafa yordu. O, başarılı bir şekilde uygulanan matematikselleştirilmiş bilimi olduğu gibi kabul etmek ya da onaylamakla yetinmek istemedi. Bunun neden başarılı olduğunun gerekçelerini ortaya çıkarmak istiyordu. Bu nedenle şu soruyu yanıtlamak zorundaydı: Örneğin Isaac Newton’un mükemmel bir şekilde geliştirdiği gibi bir teorik bilgi edinmek nasıl mümkün olabilir? Bu epistemolojik görevi birinci tekil şahıs zamirini kullanarak formüle etti: “Ben ne bilebilirim?” Ancak bu küçük “ben” sözcüğü yalnız tek bir kişiye atıfta bulunmuyordu. Bununla, genel anlamda, bilimsel bilgiye muktedir olan insan öznesine hitap ediyordu. Kant aynı zamanda neyi bilemeyeceğimi de sorgulamaktaydı, çünkü bilemeyeceklerim olası teorik bilginin sınırlarını aşmaktaydı; bunlar, olguların deneyimiyle uyarılsa da, olgularda değil, teorik aklın kategori ve kurallarında temellenmekteydi.
Kant 1781 tarihli temel eleştirel çalışmasını, bilimsel teorileştirmede kullanılan şekliyle “saf akıl” üzerine kurmuştur. Bu nedenle kitabının başlığı aslında daha net bir ifadeyle “Saf Teorik Aklın Eleştirisi” olmalıydı, çünkü bu çalışmasında henüz ahlak ve etikle ilgili pratik sorularla ilgilenmiyordu. Peki ama bu aklı neden “saf” olarak nitelendirdi? O, epistemolojik açıdan, bilimsel olarak gözlemlenebilen ve teorik olarak açıklanması gereken somut olgulara ilişkin deneyimlerin büyük zenginliğini ve çeşitliliğini gündeme getirmekle ilgilenmediğini söylemek istiyordu. Kant, bilimsel bilginin genel, soyut, temel ilkelerine atıfta bulunan felsefi bir düşünürdü. Bu nedenle “saf” ve “ampirik” bilgi arasında ayrım yapmıştır; tabiatıyla teorik aklın saflığı her zaman bilimsel bilgi öznesinin deneyim olguları ile ilişkilidir.
Bunu yaparken Kant, kendi ismiyle özdeşleşmiş olan devrimci bir fikir ortaya attı. Çünkü o, şunu fark etmek zorunda kalmıştı: Matematiksel ispat prosedürlerinin ve bilimsel bilgi ediniminin güvenli gelişimi, bunların muazzam bir bolluk ve çeşitlilik sunan ampirik olgular içinde el yordamiyla değil, aksine kavramlar, yöntemler ve teorik tasarımlar geliştirip bunlarla sorularını doğruca doğaya yönelterek ondan cevaplar elde etmeleri sayesinde mümkün olacaktır.
Bu, Kant’ın “Düşünme Biçimi Devrimi” idi ve bunu eleştirel bir şekilde aydınlatmak için felsefi olarak takip etti. Saf Aklın Eleştirisi ‘nin 1787’deki ikinci baskısının önsözünde bunu Galileo Galilei’nin araştırmasıyla ayrıntılı açıklamıştır. “Galileo bilyelerini kendi seçtiği ağırlıklarla eğik yüzeyden aşağı yuvarlanmaya bıraktığında, kafasında bir ışık oluştu. Aklın sadece kendi tasarımına göre oluşturduğu şeyi kavrayabildiğini, kendi yargılarının ilkeleriyle sabit yasalara uygun ilerlemesi ve doğayı sorularına cevap vermeye zorlaması gerektiğini, fakat kendisinin sadece doğa tarafından yönlendirilmesine izin vermemesi gerektiğini fark etti; aksi takdirde önceden tasarlanmış bir plana göre yapılmayan tesadüfi gözlemler, aklın aradığı ve ihtiyaç duyduğu zorunlu bir yasayla bağlantılı olamayacaktı. Akıl, bir elinde, yalnızca birbiriyle uyuşan olguların yasa olarak kabul edilebileceği ilkeleriyle, diğer elinde de onlara göre tasarladığı deney modeli -dizaynı- ile doğaya gitmeli, öyle ki onunla eğitilebilsin, ama öğretmenin istediği şeyi, önce kendisine söylenmesini bekleyen bir öğrenci gibi değil, aksine tanığı -doğayı- sorduğu sorulara yanıt vermeye zorlayan atanmış bir yargıç gibi.”
Teorik akıl tüm içgörülerini doğadan edinmez, aksine temel ilkelere uygun deney modelleri geliştirir ve onlarla doğayı, teorilerimizi doğrulayacak ya da çürütecek şekilde yanıt vermesini sorgular. Böylece insanî bilgi öznesi, doğaya ilişkin teorik bilgi edinme sürecinde yönlendirici etkin bir rol elde etmiştir. Çünkü o, kendi bilişsel ilgilileri bazında doğaya cevap vermesi gerektiği soruları yöneltir. Bu, Kant’ın “Kopernikus” ismi ile ilişkilendirdiği cesur devrimiydi. Kopernikus’un 1543’te yayınlanan De revolutionibus orbium coelestium (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine) adlı kitaplarında olduğu gibi, Kant ’da da insanın konumu ile bilgi nesneleri arasındaki ilişki tersine çevrilmiştir.
Ancak Kant’ın dönüşü aynı zamanda Kopernik karşıtıydı. Çünkü bu, Kopernik’le insanın evrendeki merkezi pozisyonunu kaybetmesinden doğan mağduriyetin giderilmesiydi. İnsan anlamsızlaşmış, güneş sisteminin merkezinden kopup sadece bir yörüngeye yuvarlanmış gibiydi. Buna karşılık Kant insanı bir bilgi öznesi olarak yeniden merkeze aldı. Zira, dünya hakkındaki bilgisini yaratıcı bir şekilde üreten insanın bizzat kendisidir. Tüm fenomenleri kendi ilke ve yasaları altında toplayabildiği için muazzam bir egemenlik kazanmıştır. Yeniden uyanan bir özgüvenle Kant, insanın, dünya hakkındaki bilginin kendi yaratıcı gücü sayesinde güvenli bir şekilde ilerlemesini sağlayan özerk bir özne olarak felsefe sahnesine çıkmasını sağlamıştır.
II “Ne yapmalıyım?” Özgür insanlar için pratik akıl.
Saf Aklın Eleştirisi’ nden dört yıl sonra, Nisan 1785’te, Kant’ın ahlâk ve etik sorunlarını ilk kez temelden ele aldığı yeni kitabı Grundlegung zur Metaphysik der Sitten – Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi okuyuculara sunuldu. “Ne yapmalıyım?” pratik sorusu, Saf Aklın Eleştirisi’ nin “ne bilebilirim?” teorik sorusuna eklenmiş ve onu genişletmiştir. Kant cevabını, pratik aklın metafizik temelinde, diğer deyimle eleştirisinde bulur; bu temelin merkezinde olası bir saf istencin fikri yer alır ki, artık konu ahlak olduğundan, bu da bir “saf iyi istenç”dir.
Bir filozof olarak Kant’ın niyeti, insanların gerçekte neler istediklerini ve yaşamlarını iyi bir şekilde sürdürebilmek için pratik hayatta nasıl davrandıklarını ya da davranmaları gerektiğini bulgulamak değildir. O bir psikolog değildir. Ya da bir hukukçu olarak, tek tek eylemleri olası yasalar altında sınıflandırıp bunların meşru ya da yasak olabileceğine karar vermekle de ilgilenmez. Bu hukukun görevidir. Kant bir etikçi olarak şöyle der: “Etik, eylemler için yasalar koymaz (çünkü ‘Ius – hukuk’ bunu yapar), sadece eylemlerin maksimlerini tanımlar.” Bir ahlak filozofu olarak Kant, maksimlerden, yani öznel eylem ilkelerinden dürüstlük, sözünde durma, dostça iyi niyet ve dürüstlük gibi maksimlerin neden ahlaki olarak iyi kabul edilebileceğini, buna karşılık sahtekârlık, yalan vaatler, düşmanca kıskançlık ve yalan söyleme tutkusu gibi maksimlerin neden reddedilmesi gerektiğini kanıtlamaya çalışır. Böylesi bir temellendirme için bir ayrım kriteri gerekir. Kant, sanki kendisinden önceki insanlar ahlaki açıdan cahil ya da sürekli hata içindeymiş gibi, tüm ahlaki davranışlar için yeni bir ilke ortaya koymak ya da icat etmek istemez. Daha ziyade, onun saf iyi istenç ana kavramının “sağduyunun doğasında var olduğuna ve öğretilmeye değil sadece aydınlatılmaya ihtiyacı olduğuna” inanır. Burada önemli olan, onu açıklığa kavuşturmak ve muğlaklıktan ve yanlış anlamalardan kurtarmaktır.
Kant, kişinin bilinçli eylemlerini önce öznel ilkelerine (maksimlerine) göre değerlendirmesi gerektiğini öngörür. O, fiilen gerçekleşen eylemlerin kapsamlı ampirik çeşitliliğiyle değil, sadece kişinin takip ettiği maximlerin gücüyle ilgilenir. Saf pratik aklın görevi şimdi bu maximleri rasyonel-eleştirel bir sınava tabi tutmaktır. Ancak bu sınavı geçtikleri takdirde ahlak niteliğine sahip oldukları kabul edilebilir. Kategorisches Imperativ – Koşulsuz Buyruk, kendisini aydınlatmış bir pratik aklın bu hayret verici temel yasası, başka hiçbir amaca hizmet etmez: “Sadece öyle bir maksime göre hareket et ki, aynı zamanda onun herkes için geçerli bir yasa hükmünde olmasını da isteyebilesin.”
Kişinin somut bireysel eylemi, kendi seçtiği ya da amaçladığı maksimleri ve genel, nesnel yasa, Koşulsuz Buyruk formülünde o şekilde bir araya getiriliyor ki, bu formül öznel eylem ilkelerinin ahlaki içeriğinin eleştirel bir şekilde incelenmesine hizmet edebilsin. Kant bunu çeşitli örnekler üzerinden sergilemiştir. Sonuç her zaman aynıdır. Özel somut durumlarda kişi yalan söylemek, hile yapmak ya da çalmak isteyebilir. Belki de zor bir durumdan kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Ancak bundan, fertlerin dilediği zaman yalan söylemeyi, hile yapmayı, iftira atmayı ya da çalmalarını makul gören genel bir yasanın kabul edilmesi gerektiği sonucu çıkarılamaz. Bu tür kınanacak maksimleri takip etmenin toplumsal yaşamda genel bir yönelim kaybına yol açacağından, rasyonel düşünme yetisine sahip hiç kimse bunu gerçekten isteyemez.
Kayda değer bir şekilde, saf bir ahlak filozofu olarak Kant, devlet çıkarlarından ya da halkın kraliyet ve ataerkil liderliğinden, Kutsal Yazılardan, dini inançlardan ya da kilise ortodoksluğundan bahsetmez. Açıkçası, devlet ve kilise, kral ve Tanrı onun Maxim-Etig’inde hiçbir rol oynamaz. Devlet ve kilise güçlerine, kendilerini olgunlaşmamışlıklarından kurtarmış ve soruyu kendileri için yanıtlayabilen özgür insanların ahlaki öz yasamasıyla karşı çıkar: Ne yapmalıyım? (Saf) Pratik Akıl konusunda da Kant Kopernik’çe bir dönüş yapmıştır. Ahlaki felsefi düşüncenin merkezinde insanların nasıl davranması gerektiğini belirleyen dışsal güçler değil, ahlaki öz-bilgi yetisine sahip insan öznelerin içsel maximleridir. Koşulsuz Buyruk gerekliliği, istencin -iradenin- öznel öz-yasallaştırmasından kaynaklanır. Bu, kişinin kendisine özerk bir kişi olarak hitap etmesidir; böylece “sen” içinde her bir birey kendi akranlarıyla genel bir ilişkiye entegre olur. Sonuçta, kendi seçtiğin maksimleri genel bir yasanın ilkeleri olarak kabul edilip edilemeyecekleri testine tabi tutan senin bizzat kendi pratik aklındır.
III “Ne umabilirim?” Kozmopolit açıdan dünya tarihi.
“Neyi bilebilirim?” sorusu, kendi nedenleri, olanakları ve sınırları hakkında net olmak isteyen saf teorik aklın temel sorusuydu. “Ne yapmalıyım?” sorusu, sorumluluğuna sahip kişinin ahlaki öz yasamasına güvenen saf pratik akıl tarafından yanıtlanmaya çalışıldı. “Ne umabilirim?” sorusuna Kant iki yönden yanıt vermiştir. Konuyu din felsefesi açısından yanıtlamaya çalışmış ve inançta, insanların yaşadıkları tüm gerçek ızdırap ve tehlikeler karşısında umutsuzluğa düşmemeleri için teselli edici bir güç görmüştür. Bu hususa şimdi ayrıntılı olarak girmek istemiyorum. Sorunu ayrıca, özellikle Aydınlanma ‘nın siyasi program fikirlerinden esinlenerek, tarih felsefesi açısından da ele almıştır. Kendimi içgüdü odaklı doğa vesayetinden, despotik devletlerin otoritesinden ve dini bağnazların dogmatik ortodoksluğundan kurtarmaya çalışırsam ne umabilirim?
Çünkü, ergin bir insan bile sürekli yeni güç sorunlarla karşı karşıya kaldığı bir dünya tarihinin içinde yer alır. Bunun bir anlamı var mı? Bir amacı var mıdır? Yoksa bu tarih, insanları eziyete sokan, huzuru ve aklın yolunu bulmalarını engelleyen sonsuz bir sıkıntılar silsilesi midir?
Kant, Aydınlanma’nın siyasi dostlarına yaklaştığı ve ahlaki felsefi sorunlara odaklanmaya başladığı 1780’lerin ortalarından itibaren bu sorularla meşgul olmuştur. İlk cevabını 1784’te “Berlinische Monatsschrift – Berlin Aylıkdergisi” nde yayınlanan ve 1990’larda daha da geliştireceği temel tarihsel-felsefi düşüncelerinin ana hatlarını belirleyen makalede, kozmopolit açıdan genel bir tarih fikriyle ortaya koymuştur. Bunu yaparken iki taraflı bir argüman çizgisi izlemiştir. Yaşanan tarihsel tecrübe gerçeklerinin gözlemini, tarihsel süreci anlamamızı sağlayan rasyonel, felsefi düşüncelerle birleştirdi.
Kant bir gerçekçi idi. Toplumsal ve tarihsel gerçeklere ilişkin net bir görüşü vardı. Tek tek insanların ya da devlet otoritelerinin ne yaptığı konusunda hiçbir illüzyonu yoktu. İnsanlar her ne kadar hayvanlar gibi tamamen içgüdüyle hareket etmeseler de, aynı zamanda erdem de olmadıklarından ya da iyi bir plana göre dünyanın rasyonel vatandaşları gibi davranmadıklarından, kaotik koşullar hüküm sürüyor gibi görünmekte, ve bu nedenle Kant şu sonuca varmak zorunda kalmıştır: “Onların yaptıklarını büyük dünya sahnesinde seyrederken insan belli bir hoşnutsuzluk duymaktan kendini alamıyor; ve zaman zaman ayrıntılarında bilgelik görünse de, sonunda her şeyin büyük ölçekte budalalık, çocukça bir kendini beğenmişlik, çoğu zaman da çocukça bir kötülük ve yıkıcılıktan örülmüş olarak görüyor: böylece sonunda insan, kendi erdemleriyle bu kadar kibirlenen türümüz hakkında nasıl bir fikir oluşturacağını bilemiyor”.
İnsan ilişkilerinin karmaşık oyunu, dünya tarihinin dikkatli bir gözlemcisine kendini göstermekte ve Kant’a şu tespiti yaptırmaktadır: “İnsanların yapıldığı bu eğri büğrü odundan hiçbir şey doğru düzgün oluşturulamaz”. Onlar özellikle sevilmeye değer bir tablo sunmazlar. “Onur, egemenlik ya da açgözlülük güdüleriyle” sık sık birbirlerine karşı hareket ederler. İnsanların sosyalleştiği tek tek kabileler ya da devletler arasında bile çoğunlukla güç politikası söz konusudur. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana saldırılar ve fetihler, savaşlar ve soykırımlar olmuştur. Kültürel başarılar ne kadar sık barbarca yıkımlarla yok edilmiş; ve ne kadar sık savaşlar uygarlığın özenle-zahmetle inşa ettiği şeyleri yok etmiştir. İnsanoğlu, Sisifos’un tepeden aşağı yuvarlanacak taşını tekrar tekrar yokuş yukarı yuvarlaması gibi umutsuz bir çabayı kendine görev edinmiş görünüyor.
Ancak, adanmış bir Aydınlanma filozofu olarak Kant, kendisini insanlık tarihine salt ampirik bir bakışla sınırlamak istememişti. Bir “felsefi tarih” taslağı hazırladı ve felsefi düşünür olarak, kozmopolit açıdan genel tarih için bir fikir geliştirdi; böylece kendisini, yaşanılan olguları göz ardı etmeyen ama onların farklı şekillerde anlaşılmasına olanak sağlayacak bir akıl kılavuzu ile yönlendirmeye çalıştı. Gerçekte olup bitenlerin aksine, siyasi tarihin seyrini daha iyiye dönüştürülebileceğine umut verecek bir hak-hukuk fikrini geliştirdi.
Nitekim insanlığa bunca sefalet ve acı getiren tüm öldürücü savaşların ve karşılıklı saldırganlıkların üzücü tecrübesi, Kant’ı “vahşilerin kanunsuz düzeninden çıkıp, her devletin, en küçüğünün bile güvenliğini ve haklarını kendi gücünden ya da kendi hukuki yargısından değil, yalnızca bu büyük uluslar birliğinden, birleşik bir güçten ve birleşik iradenin kanunlarına göre karar vermekten bekleyebileceği bir uluslar birliğine girme” fikrine yöneltmiştir.
Kant coşkulu bir ütopyacı mıydı? Fikrinin gerçek olduğunu düşünen bir hayalperest miydi? Bu soruya hayır diye yanıt verdi: Kendisi bir illüzyonist değil, bir aydınlanma filozofuydu. Onun için, tarihsel tecrübelerinde, tarihin genel bir kozmopolit devlete giden uzun ve zorlu bir yol olarak anlaşılmasını önceden haber verebilecek bir şeyler tespit etmek önemliydi. Ve zaten bunun bazı işaretleri vardı. Sivil özgürlükler, yasal koşullar, devletlerarası yakınlaşmalar, küresel ticaret ve genel dini inanç özgürlüğü, makul olarak beklenebilecek ve gerçekleştirilebilecek şeyler için umut vermektedir: “Ve böylece yavaş yavaş, kuruntu ve hilekarlık dip akıntılarıyla birlikte, Aydınlanma, büyük bir nimet kaynağı olarak doğup yayılacak; öyle ki, bu insanoğlunu, yöneticilerinin bencilce yücelme amaçlarından bile çekip kurtarmalıdır, yeter ki kendi çıkarlarını anlayabilsin. Ancak bu aydınlanma ve onunla birlikte, aydınlanmış insanın tam olarak kavrayacağı İyi’den pay almaktan kaçınamayacağı belli bir gönül meselesi, yavaş yavaş krallıklara kadar gitmeli ve onların yönetim ilkeleri üzerinde bile etkili olmalıdır.”
Aksilikler kaçınılmazdır. Büyük dünya sahnesindeki bu aptallar oyunu son bulmaktan çok uzaktır. Ancak tüm engellere, karşıt akımlara ve başarısızlıklara rağmen, Aydınlanma fikri büyük bir nimet ve değer olarak canlı kalmaya devam edecek ve insan türünün uzak bir gelecekte ama nihayet bu ortak dünyada kendi sorumluluğunu taşıyan özgür yurttaşlar olma kaderine layık bir düzeye doğru ilerlediğinin düşünülebildiği “geleceğe yönelik rahatlatıcı bir perspektif” açacaktır. Ancak bunun için, Kant’ın 1784’te belirttiği gibi, felsefi fikir ile pratik eylemi birleştiren bir aydınlanma diyalektiği istenir ve zaruridir. Çünkü genel insanlık tarihinin umut edilen ilerlemesi ancak aydınlanma insanının kendisinin de buna bağlılıkla katılmasıyla mümkündür. O, kozmopolit bir perspektifle aklın çizgisinde keşfettiklerini hayata geçirerek bu ilerlemeye katkıda bulunabilir. O, kendini, dilinin ve ulaşılacak hedefinin ancak kendisinin katılımıyla belirlenecek olan bir rasyonel gelişimin parçası olarak idrak edebilecektir.
IV. Immanuel Kant’ın “ Ebedi Barış Üzerine” adlı felsefi taslağı.
1790’larda Kant’ın hukuksal ve siyasal politik metinleri hızla art arda yayınlandı. Uzun bir süre çok az ilgi gördüler. Ancak pratik felsefenin, Kant’ın saf teorik aklın temelleri üzerine yaptığı çalışma ile eşit düzeye çıkmasıyla oluşan bir yeniden değerlendirme, Kant’ın son dönem yazılarının hem modern liberal anayasal devlet hem de uluslararası, yasal olarak düzenlenmiş bir devletler topluluğu için kurucu metinler olarak yüksek itibar görmesini sağladı.
Kant, savaş ve barış, -devletler için- bir sivil düzen, -devletler üstü- kozmopolit bir anayasa üzerinde düşünürken, Avrupa savaştaydı. Devrimci Fransa’ya karşı Prusya ve Avusturya arasındaki monarşist ittifak 1792’de Birinci Koalisyon Savaşı’na yol açmış ve kısa süre içinde diğer Avrupa devletleri de bu savaşa saplanmışlardı.
Koalisyon savaşları yirmi yıldan daha uzun sürecekti ama Prusya için değil, o Fransa ile 5 Nisan 1795’te Basel’de 1806’ya kadar sürecek özel bir barış anlaşması imzaladı. Kant bu barışın etkisi altında, 1795’in sonlarına doğru yayınlanan ve kamuoyunda büyük bir ilgi gören Sürekli Barış Üzerine adlı felsefi taslağını yazdı. Bu taslağında Kant, 1784 yılında uygarlığın genel tarihi üzerine kozmopolit açıdan geliştirdiği fikirleri, hukuki bir anlaşma biçiminde daha da ileriye götürmüştür.
Kant, insanlık tarihinin büyük davasını eleştirel aklın mahkemesi önünde müzakere etti: Devletler ve halklar arasında sadece geçici bir ateşkes değil, insanlığın kaderi olarak kurtulamadığı gibi görünen bu ebedi öldürme ve öldürülmeye kalıcı bir son verecek bir barışı yaratma görevi hangi koşullar altında çözülebilir? Sürekli birbiriyle-savaşma cehaletinden özgürlük ve güvenlik sunan bir barış statüsüne doğru ilerlemeyi -insanlık-nihayet nasıl başarabilir?
Kant, insanlık tarihinin büyük davasını eleştirel aklın mahkemesi önünde müzakere etti: İnsanlığın kaderi olarak kaçamadığı gibi görünen bu ebedi öldürme ve öldürülmeye artık sadece geçici bir ateşkesle değil, bilakis ebediyen son vermek için, hangi koşullar altında devletler ve halklar arasında oluşturulacak bir kalıcı barış sağlanabilir? İnsanlık, bu ilkel sürekli savaş ortamından kendilerine özgürlük ve güvenlik sağlayacak bir barış ortamına geçmeyi nihayet nasıl başarabilecek?
Başka düşünürler, çalışmaları ile, Kant’a bir zemin hazırlamışlardı. Kant, Abbé des Saint-Pierre’nin projesinden haberdardı. Saint-Pierre, 1712’de Avrupa’nın 24 Hıristiyan prens ve krallarına “Jacques le Pacifique” adlı hayali bir yazar adı altında bir “Union Européenne – Avrupa Birliği” ni kurmalarını önermişti, çünkü savaşlarda birbirlerini yok etmek yerine kalıcı bir barış içinde birlikte yaşamak hepsinin çıkarına olmalıydı. Saint-Pierre’i “Projet pour rendre la paix perpétuelle en Europe”ye motive eden şey bu projenin pragmatik faydalarından kaynaklanıyordu. Jean-Jacques Rousseau 1756’da Saint-Pierre’nin çalışmasından bir alıntı alıp onun üzerine yaptığı bir değerlendirme metni ile (Jugement sur la Paix Perpetuelle) başrahibin barış çağrısına ahlaki felsefi bir boyut getirmişti. İnsan artık kendini narsist öz sevgisinden (l’amour propre) ve sürekli olarak şiddet ve savaşlara yol açan şöhret-itibar tutkusundan kurtarmalı ve bunun yerine kendine yönelik doğal bir ilgi şefkat ve sevgiye (l’amour de soi-même) geri dönmelidir. Çünkü ancak bu şekilde yeryüzünde mutluluğu bulmak mümkündür. “En azından fikren, insanları birbirlerine karşılıklı sevgiyle birleşmiş halde görüyorum; ebedi bir uyum içinde birlikte yaşayan, hepsi aynı ilkeleri izleyen ve ortak mutluluğu paylaşan kardeşlerden oluşan nazik ve barışçıl bir toplum hayal ediyorum.”
Ancak Kant ne Saint-Pierre gibi hükümdarlara hitap etmek istemiş ne de Rousseau gibi insanlığın genel barışseverliğini ve sevgisel ilişkisini düşlemiştir. Bunun yerine bir filozof olarak devletlerarası ilişkiler için dünya vatandaşlığı açısından barışçıl bir perspektifi mümkün kılacak bir hukuk düzeni tasarladı. O, iktidardakilere değil, diğerleriyle barış içinde bir arada yaşamak isteyen her dünya vatandaşının akıl yeteneğine hitap ediyordu. Onun yasal barış düzeni, aristokratik bir iktidar eliti tarafından yukarıdan zorla dayatılmamalıydı. Bunu yapacak olan, barış içinde bir arada yaşamalarını sağlayacak bir hukuk düzenine kendini adamış olan sorumlu insanların ta kendisiydi.
Kant bu nedenle kendi Barış Taslağını, genellikle makul kabul edilmesi gereken yasal bir antlaşma metni olarak düzenledi. Üç temel madde ile vatandaşlık hukukunun, uluslararası hukukun ve dünya vatandaşlık hukukunun temel ilkelerinin ana hatlarını çizdi. Bunlar ebediyen geçerli olacak fikirler değildi. Tarihi durdurmak ya da sona erdirmek için tasarlanmamışlardı. Bunlar, Kant’a göre, sürekli bir adaptasyonu gerektirse bile, gerçekleştirilebilir görünen küresel bir hukuk devleti için siyasi-hukuki maksimlerdi. Özellikle 1776’da bağımsızlığını kazanan Amerika Birleşik Devletleri’nde ve 1789’dan itibaren devrimci Fransa’da yaşananlar konuya yön veren bir rol oynamıştı.
Daha birinci temel madde, hür ve eşit insanların “cumhuriyetçi bir anayasa” çerçevesinde birleştikleri bir yurttaşlık düzenini öngörmektedir. Kant, gerçek barışı sağlayabilecek her devletin siyasi yapısının cumhuriyetçi olması zorunluluğundan, yani bir hükümdar ve yandaşları tarafından despotça belirlenemiyeceginden emindi. Cumhuriyetçi sistemde halk bizzat kendi egemenidir. Hangi yasalara göre yönetilmek istediğine kendisi karar verir ve nasıl yaşamak istediğini özerk bir şekilde yine kendisi belirler, böylece kendi isteğiyle savaştan ziyade barışa yönelecektir: “Eğer ‘savaş olsun mu olmasın mı’ kararını yurttaşların vermesi gerektiğinde (ki bu cumhuriyetçi anayasada başka türlü olamayacağı gibi), onların, olası savaşın tüm musibetlerini üstlenmek zorunda kalacaklarını idrak ederek, böyle bir feci oyuna girişmeye son derece temkinli bir tutum takınacaklarından daha doğal bir şey olamaz.”
İkinci Temel Madde, konuyu devletler arasındaki ilişkilere kadar genişletir. Tıpkı özgür insanların yasal olarak düzenlenmiş cumhuriyetçi bir sistem içinde bir araya gelmeleri gibi, devletler de savaşçı inatçılıklarını müşterek bir şekilde kontrol altına alacak bir birlik içinde bir araya gelebilir ve kalıcı bir barış tesis edebilirler. “Bu bir uluslar birliği olacaktır ama bir uluslar devleti olmak zorunda değildir.” Çünkü Kant, tüm devletlerin ortak bir lider, başkan altında birleşmesinin, tek tek devletleri ve vatandaşlarını güçsüzleştirecek kozmopolit bir despotizme yol açabileceğinden korkuyordu. Bunun aksine, hegemonik üstünlüğü olmayan bir devletler birliğinin hukuki statüsünü ana hatlarıyla ortaya koymuştur: birlik üyelerince kabul edilmiş bir uluslararası hukuk tarafından yönetilen özgür, egemen, cumhuriyetçi devletlerden oluşan bir federasyon.
Ebedi Barış’a ilişkin üçüncü temel madde dünya vatandaşlarının haklarıyla ilgilidir. Bu bir genel insanlık sevgisi değildir. Kant bir filantrop, hayırsever olarak tartışmıyordu. O, müştereken yaşanılan bir dünyanın tüm bireylerine ilişkin olarak da bir yasal düzenleme getirme arayışındadır. Dünya vatandaşlığı hakkı, her yabancının dünya çapında uygulanacak olan misafirperverlik (barındırma) hakkını ifade eder. Barışçıl davrandıkları sürece hiç kimse yabancı bir ülkeye vardığında ve orada ikamet ettiğinde “düşmanca” muamele görmemelidir; ve hiç kimse, ölüm ya da yok edilme tehlikesi altındaysa, geri çevrilmemelidir. Her ne kadar özel durumlarda böyle bir iltica hakkı tanınsa da, dünya vatandaşlığı hakkı genel bir ikamet hakkı değildir. Dünya vatandaşları sadece karşılıklı olarak tanınan bir ziyaret hakkına sahiptir, çünkü insanlar artık belirli bölgelerde belirli devletler veya toplumlar oluşturmak üzere birleşmişlerdir ve bir zamanlar küresel göç hareketlerinin yaşandığı dönemlerde olduğu gibi artık sınır tanımadan istedikleri yerlere dağılamazlar.
Ziyaret hakkına ilişkin bu kısıtlamayı Kant, Avrupalı devletlerin sömürgeci politikalarını sert ifadelerle eleştirerek yapmıştır. Başlangıçta -önceleri-, hiç kimsenin yeryüzünde belli bir yerde bulunma hakkı bir diğerinden daha az değildi. Ancak Avrupalı uluslar, yabancı ülkeleri ziyaret etme hakkını, “pek çok kişiyi dehşete düşürecek şekilde” fethetmeyle eş tutmuşlardı. “Doğu Hindistan’a (Hindustan) sadece ticari yenilgiler bahanesiyle yabancı savaşçı halkları getirdiler, ama onlarla birlikte yerlilere zulmettiler, bölgedeki çeşitli devletleri sürekli savaşlara kışkırttılar, kıtlık, isyan, sadakatsizlik ve insan ırkına zulmün akla gelen tüm kötülüklerini sergilediler” İşte tüm bunların hukuken önlenebilmesi için dünya vatandaşlığı hakkı “misafirperverlik” ile sınırlı kalmalıdır.
Kant, bilhassa cumhuriyetçi devletlerden oluşan Milletler Cemiyeti modelinin sorunlu bir yapı olduğunun farkındaydı. Çünkü bu model, bir cumhuriyet için öngörülmüş ve yurttaşlarının güvenli bir özgürlük içinde yaşamalarını sağlayan – yasal güce benzer, devletler üstü ve küresel birleştirici genel- bir yasal güçten yoksundu. Dolayısıyla Kant sadece bir federasyonda birleşen devletlerin gerektiğinde devlet çıkarlarını, barış içinde birlikte yaşama ve anlaşmazlıklarını savaş yoluyla değil, sadece müzakere yoluyla çözme ortak amacına tabi kılmak zorunda hissedeceklerine güvenebilirdi. Bu ahlaki görev bilinci olmadan Kant’ın Milletler Cemiyeti birleştirici gücünü kaybeder. Ancak Kant için bu, felsefi olarak tasarlanan federasyonu boş bir fikir olarak değerlendirmek için ikna edici bir argüman değildi. Bunun yerine o, ahlaki yükümlülüğü mevcut koşulların ötesine işaret eden bir umutla ilişkilendirir ve Barışı “adım adım gelişen, sürekli olarak hedefine yaklaşan (çünkü aynı gelişimin gerçekleştiği süreler umarım gittikçe kısalacaktır)” daimi olarak yerine getirilecek bir görev olarak kavrar. Umabiliriz ki Ebedi Barış fikri bir hedeftir ve bu hedefin yasal gücü ona ulaşmayı sürekli geliştirecek, her ne kadar, insan ırkının rasyonelliği konusunda şüphe uyandıran aksilikler tekrar ve tekrar olacaksa da.
Çeviren: Dr. Mahmut Kuyumcu